|
|
|
|
|
|
Söyleşiyi pdf. olarak okumak
istiyorsanız lütfen tıklayınız.> |
Ahmet Say
ile Yazarlık Serüveni Üzerine Bir konuşma
Turgay Gönenç |
Müzik yazarı olarak yayımladığı
kitaplar ve eleştiri yazılarıyla tanınan Ahmet Say,
Eylül 2007’de Evrensel Basım Yayın’ın yeni basımını
yaptığı roman ve hikâyeleriyle edebiyatçı kimliğini
yeniden sergiledi: “Güneşin Savrulduğu Yerden”, “İpek
Halıya Ters Binen Kedi” başlıklı hikâye kitapları ve
“Kocakurt” adlı romanıyla dört edebiyat ödülü
bulunan Ahmet Say ile onun yakın dostu, şair, denemeci,
eleştirmen ve ressam Turgay Gönenç’in yaptığı söyleşiyi
sunuyoruz.
- Ahmet Say’ın yazarlık sürecini incelediğimizde,
başlangıcı edebiyatın oluşturduğu görülüyor.
Küçük yaşta özel derslerle piyanoya başlayan, 1945
yılında
(on yaşında) İstanbul Belediye Konservatuvarı’na giren,
ama 1950 yılında ayrılarak İstanbul Erkek Lisesi’ndeki
öğrenimini sürdüren Ahmet Say ile başlayalım dilersen.
Edebiyat tutkusu, yazarlık serüveni, genelde lise
döneminde başlardı o yıllarda. Sanırım senin için de
geçerli bu olgu. |
|
|
-
Edebiyat tutkusu açısından geçerli. Yazmaya başlama
açısından ise hayır. Yazmaya oldukça geç, 30 yaşından
sonra başladım diyebilirim. İlk gençlik yıllarımda yazar
olmak için gerekli donanımlara yeterince sahip
bulunmadığımı söylemeliyim. Benim kuşağımdaki
edebiyatçıların yazarlığa soyunmaları genelde lise
öğrenciliği yıllarıdır. Bana gelince, edebiyata ilgiyi,
gerçek anlamda bir “okuma uğraşı” olarak gördüm ve 14
yaşında tutkuyla roman okumaya başladım. İstanbul Erkek
Lisesi’nde okuyan sınıf arkadaşlarımın da çoğu edebiyat
tutkunuydu: Bunlar arasında Adnan Özyalçıner, Kemal
Özer, Önay Sözer, Cengiz Bektaş vardı…
- Böyle bir arkadaş
çevresi ile edebiyat tutkusu, okuma uğraşı giderek
güçleniyor. Benim açımdan bu her zaman geçerli olmuştur.
Bu denli bir edebiyat tutkusuna karşın senin yazarlığını
geciktiren etken neydi?
- Rilke, yazarlığın
önkoşullarını açık seçik belirtirken şöyle der:
“Edebiyata saygı, kendine saygı, hayata saygı”… Edebiyat
kültürü ve özgüven yönlerinden pek kötü değildim, ama bu
yıllarda yaşadığım şeylerin beni yazmaya zorlayacak
kadar güçlü olmadığı açıktı…
- Dilersen lise yılları
sonrasına gelelim: 1954-1960 arasında Almanya’da basın
ve yayın öğrenimi gördüğün yıllara kısaca değinir misin?
- 1954 yılında Almanya’ya
gittiğimde, savaşın ve Hitler rejiminin yıkımından
sıyrılmaya çalışan, yılgın, yoksul bir ülke ile
karşılaştım. Bu ülke sanki Goethe’nin, Beethoven’in,
Nietsche’nin, Thomas Mann’ın, Brecht’in Almanya’sı
değildi. Böyle bir durağan toplumda beni yazmaya
özendirecek herhangi bir kıpırtı, renk yoktu, ya da
tekdüze öğrencilik yaşamımda ben o renklere
rastlayamıyordum. Bir süre sonra Almanları şöyle görmeye
başlamıştım: “Kızları iyidir, ötesini bilmiyorum”.
- Bu son tümce aşkları çağrıştırıyor bana. Üniversite yıllarının
o farklı aşklarını…
- Gerçek anlamda
aşklar mıydı acaba? Çorap değiştirir gibi kız arkadaş
değiştiriyordum. Kimileriyle aşklar da yaşadım. Ama
nedense hepsi geçici aşklardı. Bir keresinde bak ne
oldu: Bana büyük bir aşkla bağlı olduğunu söyleyen
Ursula adlı kız arkadaşım, akşamları benim tavan arası
odama gelirken evin köpeğini de getiriyordu. Sevimli bir
köpekti; ama odanın içinde nereye gitsek peşimizi
bırakmıyordu. Sonunda başkaldırıp, “Ya ben, ya köpek”
dedim. Kızcağız aldı köpeğini gitti. Bir daha da
gelmedi… |
-Çocukluk
yıllarında özel piyano dersleri, konservatuvar
öğrenciliği ile yaşamına giren müzik, Almanya yıllarında
yeniden, ama farklı bir boyutta ve dalda yaşamına
giriyor. Bir bakıma bugünkü müzik yazarı Ahmet Say’ın
başlangıcına değinir misin?
-Yaklaşık altı yıllık
Almanya yaşantımdaki kazanımların başında, Herr
Köhler’den öğrendiklerim gelir. Ben onun evinin bir
oda-sında dört yıl pansiyoner olarak kaldım. Emekli bir
müzikolog ve orkestra şefi olarak tanıdığım bu yaşlı
adamla müzik üzerine |
|
yaptığımız tartışmalarda zayıf kalmamak için okuduğum
müzikoloji kitapları, bana bu alanda giderek olgunlaşan
bilgiler kazandırmıştı. Küçük yaşlarda üç yıl aldığım
piyano dersleri ve daha sonra konservatuvarda okuduğum
yıllar nedeniyle müziğe uzak birisi değildim. Ayrıca
Almanya’da dinlediğim konserler, televizyonda izlediğim
programlar, müziğe olan yakınlığımı pekiştirmişti…
|
- Herr
Köhler ile olan söyleşilerinizin yoğunlaştığı konular
daha çok hangileriydi?
- Herr Köhler ile müzikoloji üzerine yaptığımız söyleşilerin,
giderek Hindemith ve Bartok konusunda yoğunlaştığını
anımsıyorum. Salt “söyleşi” demek eksik kalır bence.
Kimi zaman söyleşiden çok tartışma niteliğine
dönüşüyordu konuşmalarımız. O ne kadar Hindemith’ten
yana ise ben de o kadar sıkı bir Bartok hayranıydım.
Macar besteci Bartok, etnomüzikolog yönüyle 1920’li,
1930’lu yıllarda Karpat Dağları’nda, Kuzey Afrika’da,
hatta Türkiye’de halk müziğinin köklerine inen
araştırmalar yaptığı için, bana bütün çağdaş
bestecilerden daha yakın görünüyordu.
- Çağdaş besteciler arasında Bela Bartok’un müziğinin,
üniversite yıllarından başlayarak, bende de çok farklı
bir yeri olmuştur. Sanırım Hindemith ve Bartok konusunda
seninle aynı düşünce ve duyarlıkları paylaşıyoruz.
Söz Bartok’tan açılmışken, gerçekten ilginç ve
şaşırtıcı bir olay geliyor usuma. “Çağdaş Eleştiri”
dergisinin Aralık 1982 sayısında, Garcia Marquez’in
‘Yazın ve Yorum’unun çevirisi yayımlanmıştı. Marquez,
genelde edebiyat öğretmenleri ile yapıtlarının
yorumlarını eleştiriyordu. Yazıda: "Barcelonalı iki
eleştirmenin de ‘Başkan Babanın Sonbaharı’ ile Bela
Bartok’un 3. Piyano Konçertosu’nun aynı yapıda
olduklarını keşfetmeleri beni şaşırttı. Bu buluş, Bela
Bartok’a ve özellikle de onun bu konçertosuna olan
hayranlığım nedeniyle beni çok sevindirdi. Ama bu iki
eleştirmenin yakıştırmalarını şimdi bile anlamış
değilim” diyor. Müzik ve edebiyat ilişkileri açısından
üzerinde durulması gereken bir yazıydı o bence.
- Yazının tümünü okumak isterim. Örneklediğin alıntı gerçekten
ilginç ve şaşırtıcı.
- Almanya’dan yurda dönünce Bingöl’de öğretmenliğe başlıyorsun.
Aynı zamanda halk eğitimcisi, folklorcu olarak çalışan,
türkü, ağıt, masal, destanlar derleyen bir Ahmet Say
var karşımızda. Bir bakıma folklorun ve edebiyatın
birlikte yoğunlaştığı yıllar. Bu aşamada “Bingöl
Hikayeleri”nin başlangıcı ya da oluşumundan söz
edebilir miyiz?
- Bir İstanbul çocuğu olmama karşın, çok değer verdiğim
etnomüzikolojik düşüncelerle Almanya’dan sıçradığım gibi
Bingöl’e kondum. Bu ilimize gittiğimde 25 yaşındaydım.
Yıl 1960’tı. Sonra orada üç yıl öğretmen, halk
eğitimcisi, amatör folklorcu olarak çalıştım. O yıllarda
Türkiye’de pilli teyp yalnız bende vardı, onunla
kayıtlar yapıyor, türkü, ağıt, masal ve destanlar
derliyordum. Hayatımın en mutlu yıllarıydı. Amatör bir
folklorcu için Bingöl’deki dağ köylerinden daha uygun,
el değmemiş, otantik yöre düşünülemezdi. Dünyanın en
çarpıcı doğa güzelliklerinin içindeydim ve yoksul ama
dürüst, içi dışı bir, çocuk saflığında insanların
arasındaydım. İlk gençlik yıllarımdan beri yazmak için
arayıp da bulamadığım etkileyici, çarpıcı olaylarla dolu
bir yaşamın içindeydim artık. Bingöl beni doğasıyla,
insanlarıyla, folkloruyla, görüp yaşadıklarımla derinden
etkiledi.
- Bingöl’den sonra yine İstanbul. Nasıl bir ayrılış ve nasıl bir
kavuşmaydı bu?
- İstanbul’a döndüğümde, Bingöl’ü önüme gelen her arkadaşa
anlatıyordum. Bu anlattıklarımı hepsi de hayretle,
ilgiyle dinliyordu. Şevki Akşit ağabeyim, tuttu beni
Orhan Kemal ile tanıştırdı, izlenimlerimi bir de ona
anlatmamı sağladı. Orhan Kemal, anlattıklarımı ilgiyle
dinledi, “Bunları yazsana” dedi. “Yazmak istiyorum, ama
nasıl yazacağımı bilmiyorum” dedim. “Düpedüz yaz. Bana
anlattığın gibi yaz, ama sakın edebiyat paralamaya
kalkma” dedi.
- Yazarlıkta ilk öğretmenin Orhan Kemal oluyor böylece…
|
- Evet, ama asıl önemli olan Orhan Kemal’in beni
yüreklendirmesiydi. Gereksiz, yapay süs-lemelerle
edebiyat paralamaktan kaçınmak gerektiği, yalın ama
içten gelen güçlü bir anlatımın yettiği, asıl bildirinin
“içerik”ten kaynaklandığı gibi düşüncelerim pekişmişti.
Öte yandan kendi stilimi de geliştirmek zorundaydım. Ne
yazacağımı, nasıl yazacağımı öteden beri içten içe
tasarlıyordum. Rilke’nin öğütlerine uydum ve acele
etmedim: “Yazar olmak, özsuyunu dallarına yollamakta
acele etmeyen bir ağaç gibi olgunlaşmaktır”. Ama öyle
bir zaman geldi ki Bingöllüler düşlerime giriyor, sanki
kendilerini anlatmam için beni dürtüyorlardı. 1968
yılında bir sabah, gün ışımadan uyandığımda büyük bir
istekle yazı makinemin başına geçip soluk soluğa yazmaya
başladım… Bu ilk hikâyem ödül de aldı. İzleyen birkaç
yılda yazdığım iki hikâye ve “Kocakurt” adlı romanım da
ödüller alınca edebiyat çevrelerinin ilgisi yoğunlaştı.
- Yazarlığa öykü ile başladın; ama ilk yayımlanan yapıtın 1975
yılında Milliyet Roman Yarışmasında mansiyon
kazanan Kocakurt adlı romanın oldu. Dilersen önce
“Kocakurt” adlı romanından söz açalım.
- Öncelikle şunu belirteyim: “Kocakurt”, (ortak bir payda
altında toplanıp adlandırılan) 12 Mart romanı değil. 12
Mart askeri darbesini konu alan bir roman da değil; ama
askeri darbe sayesinde yazılmış bir romandır:
Darbeciler, ülkenin aydınlarını topluca hapse tıkınca
ben de bundan payımı aldım ve romanın kahramanı
“Kocakurt”u Ankara’nın Ulucanlar semtindeki cezaevinin 2
No.’lu adî suçlular koğuşunda tanıdım. Kocakurt bir
dolandırıcıydı. Bu alandaki marifetlerini bana
anlatırken biraz da övünür gibiydi… Bense onun mizah
yüklü üslubunu ve hiçbir zaman bilemeyeceğim, kafamda
canlandıramayacağım kimi serüvenlerini ilginç
buluyordum. Yazarlığın önkoşullarından “yaşantı”, bol
kepçe getiriliyordu önüme. Kocakurt’la hapishane
avlusunda volta atarken serüvenlerini dinliyor, koğuşa
dönünce bunları not ediyordum…
- Bir roman hazırlığının ilk aşaması…
- Öyle. Kurt gibi, ya da tilki gibi bir adamdı. Yapmadığı
numara, giremeyeceği boya yoktu. Seyyar satıcılıktan
köylerde bit ilacı ve mayasıl ilacı satmaya, fikir
bürosu açmaktan sahte emlak komisyonculuğuna,
hapishanede torbacılıktan avludaki voleybol maçlarında
manoculuğa, gecekondu mahallesinde ocak başkanlığından
arsa spekülatörlüğüne, sahte sıçan zehri pazarlamaktan
Kadıköy vapurlarında vatandaşa “susuzluk hapı”
kakalamaya, Almanya’ya işçi gönderme aracılığından
panayırlarda sözde pehlivanlığa, kasabalarda tapon mal
çorap satmaktan köylerde davarlara aşı yapmaya, sosyete
hanımlarına “cilt bakımı derneği”nin defile
davetiyelerini yutturmaktan destancılığa,
“kaldırımcılık”tan başlayıp “zarfçılık”, “definecilik”,
“tırnakçılık”, “üç kâğıtçılık”, “manitacılık” gibi
yutturmacalara kadar türlü işlere girip çıkmıştı. Bu
demekti ki toplumun her kesimini tanıyor, onların
zayıflıklarını, özentilerini, düşkünlüklerini,
boşluklarını biliyor ve bu taraflarından yakalayarak
onları tongaya düşürüyordu…
- Nitelikli güldürü yazınımızdaki tiplerin birçok özelliğini
taşıyan, bir bakıma tanıdık bir tip diyebilir miyiz onun
için? |
-
Diyebiliriz, ama benim açımdan, toplumdaki
çarpıklıkları göstermek isteyen, giderek
“toplum eleştirisi”ne yönelmeyi amaçlayan
bir yazar için, her yere burnunu sokan,
bütün sınıf ve katmanlardan çeşitli
insanların boşluğundan yararlanmayı bilen
Kocakurt gibi bir adamın serüvenlerinden
iyisi olabilir miydi? Kocakurt serüvenlerini
anlattıkça kurcalamak istediğim
çarpıklıkları avucumun içinde buluyordum. Bu
tür örneklerden yararlanarak yazılmış çok
roman vardır. “Yaşantı” dedikleri de zaten
hayatın bin bir yönünü tanıya-bilmek değil
midir?
- Ama sanırım
Kocakurt’lara her dönemde, her ülkede
rastlanabiliyor.
- Bence bu tür romanların atası, Gogol’ün “Ölü Canlar”ıdır.
19’uncu yüzyılın ortalarında yazılmış bu
romanın kahramanı, “Çiçikov” adında bir
dolandırıcıdır. Çiçikov, ölmüş toprak
kölelerini kâğıt üzerinde sağ göstererek
Rusya’daki büyük toprak sahibi beylere
satıyordu. Bunun için ülkenin çeşitli
yörelerine giderek değişik karakterde
“türlü” derebeyi ile |
|
|
karşılaşan Çiçikov’un serüvenleri yoluyla Gogol,
Rusya’daki toplumsal yapının en büyük çarpıklıklarından
olan toprak köleliğini ayrıntılarıyla sergiliyor, bu
çarpıklığın giderilmesini hazırlıyordu. |
- Gogol’ün o benzersiz
yapıtı salt edebiyatçıları değil, tüm sanat dallarını
etkilemiştir.
- Bizim de “Çiçikov”umuz Kocakurt’tu işte! Şu farkla ki Çiçikov
gibi hep aynı numarayı kullanmaz Kocakurt; yerine göre
yöntem değiştirir. Bu da toplumun değişik kesimlerine
giderek her defasında ayrı bir dolandırıcılık numarası
kullanmak demekti. Renkler çoğalmıştı… Bence bir roman
yazmak için bütün önkoşullar hazırdı. Hatta romanımın
yayımlanma şansı da vardı biraz: Milliyet’in açtığı ilk
roman yarışmasına bir olanak gözüyle bakıyordum. Evet,
aldanmamışım…
- İlk romanla gelen önemli bir başarı. Kaç roman katılmıştı
yarışmaya?
- Yarışmaya 312 romanın katıldığı açıklanmıştı. Müthiş bir
birikim… “Kocakurt” bu yarışmada mansiyon kazandı ve
Milliyet Yayınları tarafından 1976’da yayımlandı. Telif
olarak verilen ücret de dolgundu, Fazıl’a yeni bir
piyano aldım bu parayla…
- Şimdi Fethi Naci’nin Kocakurt için yazdığı yazıdan şu
tümceleri anımsayalım: “Ahmet Say’ın ustalığı,
Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı hakkındaki
bilgisini bilgiçliğe kaçmadan vermesinde. Bunu yaparken
mizah yeteneğini de ortaya koymuş oluyor. Nice önemli
doğruları kısa bir cümle içinde verebiliyor; gereksiz
açıklamalara girmiyor, okurun anlayışına güveniyor.” Bu
tümcelerle Orhan Kemal’in öğütleri birebir örtüşüyor
bence. Cemal Süreya da Kocakurt için şöyle
yazıyordu: “Ahmet Say’ın yenilerde yayımlanan ilk romanı
Kocakurtla ayrı bir ilgi uyandıracağı
kanısındayım. 1950 kuşağı, 1960 kuşağı öykücülerinde pek
rastlanmayan bir humor’la, eğleniyle dolup taşan bir
anlatımı var Ahmet Say’ın. Argoyu da çok güzel
kullanıyor, öyle 20-30 sözcüğün içine sıkışıp kalmıyor;
şiirsel bir gerilim, içeriğe uygun bir anlatım kıvamı
tutturuyor. Bu niteliğiyle Kocakurt’u bir solukta
okuyup bitiriveriyorsunuz. Üstelik Ahmet Say’ın
romanının gerisinde Türkiye’ye özgü tarihsel bir şema da
var. Ahmet Say bir Brecht esprisiyle yaklaşıyor
insanlara. Kocakurt’un serüveniyle Türkiye’nin
son çeyrek yüzyılda uğradığı tarihsel değişimler
arasında bağlar kuruyor.”
- Yapmak istediklerimi en yalın biçimde anlatan saptamalardı
bunlar.
- Yerinde ve ustaca kullanılmayan argo, yapıtı bir çırpıda
niteliksizleştirir inancındayım. Cemal Süreya’nın
“Argoyu da çok güzel kullanıyor” yargısı için ne dersin?
- Argoya aşina isen yazarken havasına girebilirsin. Yazıya renk
katar. Üstelik hapishanede tuttuğum notların da yararını
gördüm… “Argo” deyip geçmeyelim, bu konuda ciltler
yazılabilir…
- Her iki alıntıda ortak bir özellik dikkati çekiyor. “Mizah
yeteneği” ya da “humor”. Bence Ahmet Say’ın edebiyatçı
yönü açısından üzerinde özellikle durulması gereken bir
özellik…
- Fethi Naci ve Cemal Süreya, yetkinliğiyle tanınmış iki
edebiyat adamı konumundaydı. Kitaplarım yayımlandığında
onlarla henüz tanışmıyordum. Sanıyorum onların ilk
bakışta dikkatini çeken, benim kara mizaha kaçan buluşçu
anlatımımdı. Cemal, “humor”un karşılığı olarak buna
“eğleni” diyor, Fethi Naci ise düpedüz “mizah
yeteneği”me değiniyordu. Bingöl’ün dağ köylerin-deki
insanların perişanlığını anlatırken “fakir fukara
edebiyatı”na yönelmeden kimi yerde bir “eğleni havası”
tutturmam, edebiyatımızda alışılmışın ötesindeydi. Aynı
şekilde “Kocakurt” adlı roma-nımda hapishane yaşamının
insanlığa aykırı, ağır, iğrenç koşullarını verirken
neredeyse gülmece yazarlığına yakın bir kurgu ve anlatım
yakalamıştım.
- Anlattığın Kocakurt kişiliğine denk düşen bir anlatım biçimi
başka türlü olamazdı gerçekte.
- Evet, Kocakurt” gibi bir romanda, Balzac-Dostoyevski-Gorki
çizgisinin form anlayışını uygulayacak değildim. Benim
romanım bir fanteziydi, dolayısıyla klasik roman
yapısından çok, özgür, uçarı bir form anlayışını
gerektiriyordu. Atlamalı sıçramalı olabilirdi, ama zırva
bir kurgu değil tabii... Her neyse, Cemal Süreya’nın
dediği gibi “eğleni havasında” yazılan bir roman,
kendisine uyan formu bulmakta zorlanmaz. Öyle oldu:
Büyük ölçüde “geri dönüş” tekniğinden yararlandım ve
sanırım Kocakurt gibi bir açıkgözün serüvenlerine uydu
bu teknik… Yalnız Kocakurt romanı için değil, öykü
anlayışımda da geçerli bu. Her iki yazı da beni oldukça
yüreklendirmiştir.
- Tiyatro sanatındaki “acıklı güldürü” senin roman ve öykünde
hümanist bir karşılığını buluyor diyebilir miyiz?
- Benim gözümde yazarlık, en ağır, ağdalı konularda bile
fanteziler yaratmaktır. Nesnel gerçekliği herkes
yazabilir. Bu yazılanlar okurları ağlatabilir de… Bence
gerçekliği olduğu gibi yansıtmak pek marifet değildir.
Marifet, yaşam içindeki gerçekliklerin çelişkilerini,
yaşamın özündeki karşıtlıkları gösterebilmektir. Yazar,
ağlanacak halimize güldürebilir… Bak dostum, “Bingöl
Hikâyeleri” adlı kitabımı hemen her sınıf ve tabakadan
Bingöllüler de okudu. Onlar da herkes gibi hassas
insanlardır. Geleneklerine aykırı düşebilecek şeylerin,
gerçek de olsa kendilerini incitecek doğruların
yazılmasından hazzetmezler. Bingöllülerden bugüne değin
hiçbir şikâyetle karşılaşmadım, tam tersine, beni
arayarak teşekkür ettiler. Neden? Çünkü Kürt de olsalar,
Nijeryalı, Çinli, Eskimo da olsalar insanlar için
elimden gelen her şeyi yapmak istediğimi anlamışlardı…
- Senin edebiyatçı yönünde ağır basan hümanizm, nedense bana
çoksesli müziğin insanlığa sağladığı hümanizmin uzantısı
olarak geliyor. Kanımca bir müzik adamı olmandan
kaynaklanıyor bu da.
- Düşünülebilir bir yargı… İşin içinde insan sevgisi
varsa insanları bulunduğu ortamdan koparamazsın.
Ortamıyla birlikte ele alacaksın insanoğlunu, çevresiyle
birlikte değerlendire-ceksin. Ben Bingöl’ün yazını
kışını, baharını güzünü, gününü gecesini, dağını
ormanını, deresini gölünü, otunu çiçeğini, rüzgârını
güneşini, ağacını yaprağını, ağıtını türküsünü, davulunu
zurnasını, düğününü derneğini, dedesini bebesini
yakından tanıdım ve hepsini çok sevdim. Rilke’nin dediği
gibi, yaşamın bütün ayrıntılarına saygı gösterdim.…
- Dilersen öykücülüğüne dönelim şimdi…
- Peki… İlk kitabım “Kocakurt”, 1976 yılında yayımlanmasına
karşın Bingöl Hikâyeleri’ni bir araya getiren kitabım
ise 1980’de yine Milliyet Yayınları’ndan çıktı. Ancak
ben 1970’li yıllarda dergilerde çıkan hikâyelerimle az
çok tanınıyordum. Hatta bu yıllarda üç hikâye ödülü
almıştım. Yani, roman yazmaya girişmeden önce dergilerde
çok sayıda hikâyem yayımlanmıştı, neyleyim ki hikâye
kitabım okurların eline romandan dört yıl sonra ulaştı.
“İpek Halıya Ters Binen Kedi” adlı uzun bir epik hikâye
olan kitabım ise 1982’de çıktı.
- Epik öykü kavramını, “İpek Halıya Ters Binen Kedi” adlı
uzun öyküne uygulayış yöntemini açalım dilersen…
- Felsefi anlamıyla epik, diyalektik yöntemle yaratılmış eser
demektir. Bertolt Brecht’in öncülük ettiği “epik
tiyatro” kavrayışı, eseri “tez” ve “antitez” karşıtlığı
üzerine kurgular, ama bununla da kalmayıp sahnede olan
bitenle seyirci arasında da diyalektik ilişkiyi öngörür.
Sahne-seyirci karşıtlığını sağlamak için sahnede
geçenlerin bir oyun olduğunu seyirciye sürekli olarak
duyumsatır ve bu karşıtlık içinde seyircinin
değerlendirme yapmasını sağlar. “Epik tiyatro”nun
karşıtı, “dramatik tiyatro”dur. Bu ise sahnede
gösterilen “tez” yoluyla seyirciyi etkilemek amacını
güder. Öte yandan 20’nci yüzyılın “toplumcu gerçekçilik”
denen sanat akımı, dramatik tiyatroda olduğu gibi sadece
“tez” ile yetinmiştir. Bense Brecht’in “epik”
kavrayışını benimsedim, hep onu savundum…
- Buradan “epik öykü”ye gelirsek?
- Şöyle düşündüm: Epik yöntem, tiyatroda olduğu gibi hikâyede de
uygulanamaz mı? Bütün sorun, “tez”in karşısına bir
“antitez” getirmek ve sonra da eserle okur arasında bir
diyalektik bağ kurmak değil miydi? Kırk beş yaşındaydım
bunu düşündüğümde, çocuk değildim. Bu tür bir yapıt
belki dünyada ilkti, belki de değildi. Her neyse,
Türkiye’de bir “ilk”i başarmak da önemliydi…
- Peki, bu diyalektik bağıntıyı öykünde nasıl kurdun?
- Kolay: Bu hikâyede amacım “Ticaret” olgusunun özünde ne
olduğunu, nasıl olduğunu göstermekti. Bunun için
hikâyenin kahramanı, bir malı yüzde yirmi beş kârla
satmak yerine, bir malı alıp götürürken yerine fiyatının
yüzde yirmi beş eksiğini bırakıyordu. Şöyle soralım: 100
akçe eden bir malı 75’ten alıp 100’e satmak nasıl yasal
ise, bu malı cebe atarken yerine 75 akçe bırakmak neden
yasal olmasın? Benim kahramanım işte bu ikincisini
yapıyordu. Ama bir gece yakayı ele verince ortaya garip
bir durum çıkar: İşini dürüstlükle yaparak kuyumcudan
aldığı parçaların parasını yüzde 25 eksiğiyle bıraktığı
halde, “Hırsız” olabileceği ileri sürülür. Acaba tüccar
mıydı hırsız mı? Hikâye işte bu karşıtlık üzerine
kurularak geliştirildi.
- Epik kavrayışın başta gelen öğelerinden olan “yabancılaşma”,
öykünde karşılığını nasıl buluyor? |
- Okur, gelişen
olayların akışına kapılıp gitmesin diye
birçok yabancılaştırma öğesi kullandım.
Bunların başında kahramanın herhangi bir
“kedi” olması gelir. Ve hikâye boyunca gerek
anlatımda gerek kurguda masal öğelerine yer
verdim. “Ticaret” olgusu yaklaşık yedi bin
yıllık bir “iş alanı” olduğu için, hikâyede
zaman ve mekân kavram-larının adını vermedim.
Ayrıca, “lira, dolar” gibi para birimi
adlarını dışladım, onun yerine “Akçe, altın”
gibi birimler kullandım. Bütün bunları
hikâyenin masalsı anlatımı içinde yedirdim. |
|
|
- “İpek
Halıya Ters Binen Kedi” sence gerçek anlamda okuruna
ulaşabildi mi?
- Tanıdığım aydın dostlar beğendi kitabı. Anlatımın canlı ve
esprili olması, yabancı bir dile çevrilmesine de yol
açtı: Almanya’da üniversitede öğretim üyesi olan Armağan
Ok adlı bir fizikçimiz, tatil için Türkiye’ye geldiğinde
bir yığın kitap götürmüş oraya. Bunların arasında benim
“Kedi” de varmış. Armağan Ok ve dilbilimci eşi Erika
Greber “Kedi”yi Almanca’ya çevirmeye karar vermişler.
Benden izin istediler, sevindim. Kitap 1985’te Berlin’de
Express Verlag yayınları arasında çıktı ve Almanya’nın
önde gelen gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’da
“Kedi”yi öven bir yazı yayımlandı…
- “Kedi”nin tiyatroya uyarlanarak Almanya’da sahneleneceği
yolunda haberler çıkmıştı o yıllarda.
- Evet. Tam anlamıyla “Brechtian” olan bu eseri Brecht’in
kurduğu ünlü “Berliner Ensemble” tiyatrosu sahnelemek
istiyordu, ama Demokratik Alman Cumhuriyeti bu yıllarda
çok yönlü bunalımlar içindeydi. Nitekim rejim
yıkılıverdi, ben de “Kedi”nin sahnelenme projesini
bütünüyle gözden çıkardım. Çünkü Türkiye’deki umudum
Vasıf Öngören’i de yitirmiştik.
- Peki, bütün bu söylediklerin yanında öyküde “Form ve Kurgu”
sorununa nasıl yaklaşı-yorsun?
- Hikâyede form sorunsalı, yazarın elini kolunu bağlayacak
kadar kurallara bağlı sayılamaz. Klasik roman
kavrayışında belirgin, büyük bir yapı, romanın akışını
kapsayan hatırı sayılır bir çatı vardır, ama hikâyedeki
klasik form, plastik sanatlarda, hatta müzikte olduğu
gibi bağlayıcı değildir. Kaldı ki çağdaş sanat
anlayışında form sorunsalı bütün sanat dallarında
aşılmış, kurallar geride bırakılmıştır. Oysa çağdaş
hikâye anlayışında bile, kişilerin ve olayların örgüsüne
ilişkin akla mantığa sığan bir kurgu akışı, hatta bir
“final” vardır. Hikâyeci çalışırken bu akışın neresine
geldiğini, hikâyenin nerede ve nasıl sona ereceğini
bilir. Neyse, laf kalabalığı yapmayalım. Mozart üzerine
düzenlenen bir açık oturumda Fazıl’ın söylediği gibidir
bu iş: “Bunlar lafla anlatılmaz, getirin piyanoyu, çalıp
örnekleyerek size açıklayayım…”
- “Çağdaş Sanat” derslerimi anlatırken, öğrencilerime sıkça
yinelediğim bir tümce vardı: “Ne kadar usta sanatçı
varsa o kadar farklı biçem vardır.” Katılıyor musun bu
yargıya?
- Evet, şöyle söyleyeyim: Hangi sanat dalı olursa olsun her
sanatçının kendine özgü bir “kişisel stil”i vardır. Onun
üzerinde bir “ulusal stil” olduğunu da düşünüyorum.
Ulusal stil kapsamında en çok etkilendiğim yazarlar,
Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal ve Yaşar
Kemal’dir. Aslında Yaşar Kemal de benim gibi
folklorcudur. O da ağıtlar, destanlar derlemiştir.
Çukurovalı bir yazarın doğa betimlemeleri ile İstanbullu
bir yazarın Bingöl doğasını anlatan betimlemeleri
arasındaki fark, Çukurovalı ile İstanbullu arasındaki
fark kadardır. Yanlış anlaşılmasın, Çukurovalıyı ya da
İstanbulluyu küçümsemiyorum. Özellikle doğa
betimlemeleri yoluyla Yaşar Kemal, edebiyatımıza bir
botanikçi gibi belki yüzlerce bitki adı armağan
etmiştir. İstanbul’un Burgazada’sından Sait Faik ise
betimlemelerinde sıradan bir nesneyi, örneğin bir kediyi
anlatırken çok incelikli bir öznel değerlendirmeye
ulaşabilmiştir. Ben yukarıda belirttiğim yazarların
hepsinden, hatta yabancı yazarlardan, en çok da Rus
edebiyatından yararlandım. Öte yandan, betimleme
çalışmalarında pek yapılmamış bir yol tutarak bazı
nesneleri insanlaştırdım: Benim hikâyelerimde “Ali”
adında arkadaş bir dağ vardır. Yüzündeki bıçak izi soylu
bir görünüş vermiştir ona. Ali bana dünyanın “yaratılış”
öyküsünü anlatır, dağların yaratılışının… Kimi zaman da
kocaman dağ çiçekleriyle selamlaşırım, hal hatır sorar,
onlarla dertleşirim. Menekşeler ise eğilerek sulara
aşkını anlatır, ben onların dilini anlarım… Uçurumun
tepesinden bakınca dere, ince belli bir gelindir…
Derenin dibindeki kobalt mavisi taşlar, eğilip bükülen,
dans eden yosunlara derdini döker hikâyelerimde…
- Ama bir sanatçı için en önemli sorun, içerik ve biçem arasındaki
uyumdur. İçeriğe denk düşmeyen bir biçem, içeriği de yok
eder. Bunun sonucunda sanat yapıtından söz edemeyiz
artık.
- Ustalık o açmaza düşmemekle başlıyor.
- Hikayelerinde halk şiirinden izler görülüyor. Gerçekte çok
özen gösterilmese yazarı başarısızlığa götürebilecek bir
olgu. Bu konuda söylemek istediğin neler var?
- Hikâyelerimde halk şiirinden alınmış dizeleri, söyleyişleri, ya
da bunların benzetmeli biçimlerini yeri geldikçe
kullandım. Bu iş kolay değildir. Yerinde kullanılmazsa
en parlak dize bile sırıtır; hatta daha çok sırıtır,
“Ben buraya zorlanarak yapıştırıldım” diye bağırır.
“Güneşin Savrulduğu Yerden” başlıklı Bingöl
hikâyelerinde, saf haliyle ya da benzetmeli biçimiyle
çoğunluğu doğu yöresinden yüzlerce halk şiiri öğesinden
yararlandım. Ama bunları metne yedirerek kullandım.
Çünkü düzyazı anlatımında öyle birdenbire şiir
kullanılamaz. Düzyazı bunu kusar. Bu nedenle halk
söyleyişinin monte edileceği yerin hazırlanmış olması
gerekir. Bu hazırlık, dizeyi oraya zaten kendiliğinden
getirir: Kendini kaptırmış yazarken aklına mesela
Ercişli Emrah’tan bir dize geliverir, tam da yerine
oturur…
- Salt halk şiirinden değil, genelde halk edebiyatından yararlanan
bir Ahmet Say’dan söz edebiliriz bence.
- Olabilir: Kimi hikâyelerim doğrudan doğruya türkü, destan,
masal konularından alınmıştır. “Cumo ile Kutey” ve
“Dinleyelim Dağ Başında Figanı” başlıklı hikâyeler bu
cinstendir. “Görizli Mehmet Şerif Efendi” adlı hikâyemde
ise deve ve aslan figürlerini içeren bir mesel yer alır…
- Bingöl Hikâyeleri kitabında bütünlüğü sağlayan nedir?
- Kitapta yer alan hikâyelerin hem aynı yöreden kaynaklanması
hem kişisel stil bakımından bütünlük sergilemesi
doğaldır. Zaten onun için “Bingöl Hikâyeleri” gibi bir
“şemsiye başlık” kullanıldı. Bir de şunu yaptım:
Hikâyeler arasındaki bütünlüğü pekiştirmek için kitabın
başına bir “Giriş” koydum. Bu “Giriş” yazısı da bir
hikâyedir: Kitaptaki hikâyelerden seçtiğim alıntılardan
bir kolaj (yapıştırma) çalışmasıyla oluşturdum bu
hikâyeyi. Bu bir müzik parçası olsaydı “Prelüd”
diyebilirdik ona…
- Döneminde geniş ilgi uyandıran Türkiye Yazıları
dergisinin kapanışı üzerinde duralım dilersen.
- Türkiye’de 1980’li yıllar benim gözümde hem acıklı hem
gülünçtü. Ortalamasını alırsan imambayıldı üzerine vişne
reçeli dökülmüş gibi bir şey… 12 Eylül darbesi, 6 yıldan
beri yayım-ladığım aylık edebiyat dergisi “Türkiye
Yazıları”nın yayınını durdurmaya götürmüştü beni. Evet,
kapattım dergiyi…
- Türkiye Yazılarının benim için önemi, ilk sayısından başlayarak
bir süre ressamlar üzerine şiirler yayımlamam…
Özellikle, Nedim Günsür, Neşet Günal, Nuri İyem şiirleri
bugün çağdaş sanat müzesi yanında internet ortamında
karşımızda. Ama daha da önemlisi seninle başlattığı
dostluk. Neden kapattın dergiyi?
- Söz getiremezsen bir dergiyi neden çıkaracaksın? Edebiyata
getirip bir şeyler söylemeye çalışınca bu kez de itiyle
mitiyle mi uğraşacaksın? En kötü sansür, otosansürdür.
Kendimi sansür etmemek için kapattım dergiyi… İşte bu
noktada edebiyat çalışmalarını sürdürüp sürdürmeme
konusunu da çok düşündüm. Uzun sözün kısası, edebiyat
sanatında ulusal çerçevede kıvranıp durmak yerine,
uluslararası bir dil olan müzik sanatında oğlum Fazıl’ı
desteklemeyi yerinde buldum. Yanılmamışım. Bu biraz da
benim yanlış ata oynamadığımı gösterir…
- Ve ardından başlayan müzik yazarlığı. Bu süreci özetler
misin?
- Müzik yazarlığında ilk geniş çalışmam, 4 ciltten oluşan ve
1987’de tamamlanan “Müzik Ansiklopedisi”ydi. Sonra müzik
eğitimi üzerine bir derleme hazırladım. 1990’ların ilk
yıllarında yazdığım 600 sayfalık “Müzik Tarihi”nin geniş
ilgi görmesi üzerine, müzik yayıncılığına başlamış
oldum. 1995’te Türkiye’nin müzik yaşamını bütün
yönleriyle veren, dış tanıtım amaçlı “The Music Makers
in Turkey” adlı İngilizce bir kitap yazdım, 1998’de
bunun Türkçesini hazırladım…
- Sanırım yaklaşık on iki yıl önce başlayan müzik eleştirisi
yılları…
- 1996’dan başlayarak üç yıl boyunca Cumhuriyet gazetesinde her
hafta, sektirmeden müzik yazıları yazdım. Bu işin
hakkını verebilmek için Ankara’daki hiçbir konseri,
opera temsilini kaçırmadım. İşin mutfağındaydım, çok şey
öğrendim. Ama müzik teorisinin yeri başkaydı. Şunu da
söyleyeyim: Türkiye’de bunca konservatuvar,
üniversitelerin müzik bölümü vardı, bu okullarda öğrenim
gören çocukların müzik bilgisini derinleştirecek
kitapları yoktu. Sıraya koyarak yazdım bu kitapları ve
yayımladım: “Müzik Teorisi” (2000), “Müzik Sözlüğü”
(2003) “Müzik Ansiklopedisi”, üç cilt (2005) ve “Müzik
Yazıları” (2007). Altıncı basımını yapan “Müzik Tarihi”
ile dört kez basılan “Müzik Öğretimi”ni de eklerseniz
alın size 5000 sayfalık “ulusal” bir müzik kitaplığı!
- Hermann Hesse’nin Afa yayınlarından, Kâmuran Şipal çevirisiyle
çıkan “Kaplıcada Bir Konuk” adlı kitabında bir bölüm
var. (117-118 sayfalarındaki) bir kesimi okumak isterim:
"Bir müzisyen olsaydım, güçlük çekmeden iki sesli bir
melodiyi notaya dökebilirdim; öyle bir melodi ki iki
çizgiden, iki ayrı ses ve azından dizinin her noktasında
alabildiğine içtenlikli, alabildiğine canlı bir
etkileşim, karşılıklı bir ilişki nota dizisinden
oluşuyor ve bunlar birbirine uygunluk gösterip birbirini
bütünlüyor, birbirini var ediyor, ama en içinde
sürdürüyor varlığını. Ve nota okumasını bilen herkes
benim bu iki sesli melodimi okuyabilir; her sesin
karşıtını, her sesin kardeşini, düşmanını duyup
işitebilirdi. Diyeceğim, işte bu iki sesliliği, bu sonu
gelmez yürüyüş halindeki antitezi, bu ikili çizgiyi
kendi malzememle, yani sözcüklerle dile getirmek
istiyorum; çalışmaktan canım çıkıyor, ama yine de
başaramıyorum bir türlü. Dönüp dolaşıp yeniden işe
koyuluyorum. (...) Bir yolunu bulup ikililiği dile
getirmek isterdim; öyle bölümler ve cümleler kaleme
almak isterdim ki, melodi ve karşı melodi aynı zamanda
kendilerini açığa vursunlar içlerinde, her çeşitliliğin
yanı başında birlik, her şakanın yanı başında bir
ciddilik sürekli yer alsın. Çünkü beni yaşatacak olan
budur yalnız, iki kutup arasındaki dalgalanmadır,
dünyanın her iki temel direği arasında gidip
gelmelerdir. (...) Sürekli olarak şunu göstermek
istiyorum ki, güzel ve çirkin, aydınlık ve karanlık,
günah ve kutsallık yalnızca bir an için birbirinin
karşıtı kimliğiyle açığa vurur kendini, bunun dışında
her zaman iç içedir.” Hesse'nin: "Çalışmalarımı
gerilimle ve baskıyla donatan bir şey varsa, olanaksız
bir şeyi ele geçirmeye yönelik bu yoğun çaba, ele
geçirilemeyecek şey uğruna bu çılgın savaş…” dediği,
müzikteki çoksesli yazıyı yazın sanatına uyarlama
çabasıdır. Hesse kadar müzik ve resimle edebiyatı
kaynaştıran bir başka yazar tanımadım ben.
Özellikle “Boncuk Oyunu”, “Bozkır kurdu”. Müzik ve
edebiyatın içinde bir yazar olarak sen ne dersin
Hesse’nin bu sözlerine?
- Allah derim! Dur, kızma! Avrupa kültürünün Hesse’de de gördüğümüz
o müthiş düzeyinden sonra şimdi korkuluyum: Merkel mi,
Sarkozy mi koruyacak bu düzeyi? Söyler misin?
- Gelecek söyleşimizin yeni bir edebiyat ürünü üzerine olması
dileğiyle…
|
|
|
|
|